Safranbolu 4 Afet

İbrahim Canbulat, Y. Mimar, ODTÜ’1972

ibrahim@canbulat.com.tr

Öz

Bu kısa derlemede Safranbolu UNESCO Dünya Miras kentinin geçmişte yaşadığı 4 farklı afet ve sonrasını Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Devlet Arşivleri belgeleri, yerel basında yer almış haber ve yorumlar üzerinden anlatmak ve bu deneyinler üzerinden tarihi kentlerin afetlere ne denli dayanıklı (resilient) olduklarını kanıtlamak istiyorum. Bu afetler deprem, sel, yangın ve aşırı kar nedeniyle ortaya çıkmıştı. Konuşmamda özellikle depreme dayanıklı ahşap çatkı sistemini kullanan Safranbolu evinin öne çıkarılması ve sistemin yeni yapılarda da kullanımı için tanıtımlar yapılması ve bilinirliğinin yaygınlaştırılmasını önerdim. Bunun yanında çevresiyle barışık kent dokusunun da çok önemli olduğu görüşümü paylaştım. Bu iki nedenle ayrıca, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının Safranbolu doğal sit Alanlarını imara açmasının[1] ve Safranbolu kültürel miras alanlarında betonarme yeni yapılaşmanın[2] ne denli oksimoron düştüklerini dikkatinize sunmak istiyorum.

Abstract

In this short review, I would like to explain the 4 different disasters that Safranbolu UNESCO World Heritage City has experienced in the past and its aftermath through the documents of the Presidential Ottoman State Archives, the news and comments in the local press and prove how resilient the historical cities are through these experiments. These disasters were caused by earthquakes, floods, fires, and excessive snow. In my speech, I suggested that the Safranbolu house, which uses the earthquake-resistant wooden roof system, should be highlighted and that the system should be introduced, and its awareness should be spread for the use of the system in new buildings. In addition, I shared my opinion that the urban texture that is at peace with its surroundings is also very important. For these two reasons, I would also like to bring to your attention the extent to which the Ministry of Environment, Urbanization and Climate Change has opened the Safranbolu natural sites to zoning and the reinforced concrete new construction in the Safranbolu cultural heritage areas has fallen into the oxymoron.

Giriş

27 Temmuz 2023 günü Safranbolu Belediyesi ve SUDA iş birliğiyle Katılımlı ve Kapsayıcı Yerel Yönetim Projesibaşlatıldı. Açılış ve izleyen arama toplantılarına Safranbolu Belediye Başkanı Elif Köse, SUDA yöneticisi Serdar Karadağ, İTÜ, Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi ve “Katılımlı ve Kapsayıcı Yerel Yönetim Projesi” yürütücüsü Prof. Dr. Gülden Erkut, yöneticiler ve paydaşlar katıldı.  Kültürel ve Yaratıcı Endüstriler, Sürdürülebilir Kültür Turizmi, Yaşam Kalitesi ve Sosyal Kapsama, Afetlere Dayanıklı Kentleşme, Sürdürülebilir Tarım ve Gıda Güvenliği, Kadın Girişimciliği konuları ile 6 başlık altında buluşan projenin Safranbolu’da yaşayan vatandaşların yaşam kalitesinin artması hedefleniyor. 

Ben, “Afetlere Dayanıklı Kentleşme” başlıklı grup toplantısında yer aldım. Toplantı sırasındaki sunumumda özellikle kentsel ölçekte afet konusunda uzman olmadığımı, ancak UNESCO Dünya Miras Şehri Safranbolu üzerinde katkım olabileceğini belirttim. Grup toplantısının her bir katılımcısı kendi alanlarında değerli uzmanlardı ve onlardan çok şey öğrendim. Toplantı moderatörlüğünü (ılımlayıcı) gerçekleştiren Prof. Dr. Gülden Erkut, yardımcıları ve değerli paydaşlara teşekkür ederim.

Hamide Hatun Vakfı Belgelerinden Safranbolu’da Sel

Kuşkusuz bugün en tanınmış Safranbolulu, Cinci Hoca olarak bilinen Hüseyin Efendi’dir. İlk eğitimini babasından alan Hüseyin Efendi Süleymaniye Medreseleri’nden birine devam ettiyse de eğitimini bitiremedi. Buna karşın çevrede “kuvvetli nefesi”yle tanınmaya başladı. Sultan İbrahim’den başlayarak eline geçen her türlü fırsatı paraya çevirdi. Gerçekte ilişkilerine dayanarak elde ettiği makamları hak etmemesine karşın bunları da dünyalık yapmak için kullandı. Yıldızı daha Sultan İbrahim’in hükümranlığı sırasında sönmekle birlikte, tahttan indirilip öldürülmesinden sonra tümüyle hamisiz kaldı.

Bir süre … mahpus tutuldu; belki de manevi gücünden çekinilerek Habeş Eyaletleti’ne bağlı İbrim Sancak Beyliği’ne tayin edildiyse de yolda, Karacabey civarında, gut hastalığı tekrarlayınca orada kalmasına izin verildi. Hüseyin Efendi, bir süre sonra İstanbul’a döndü fakat müsadere edilen varlığı konusunda ileri geri konuşmayı ısrarla sürdürdü. Bunun üzerine Şevval 1058’de (Ekim-Kasım 1648) idam edildi. (Özcan, 1998)[3]

Bugün Safranbolu’da öne çıkan iki anıtsal yapı Cinci (Kargir) Hanı ve Yeni (Çifte) Hamam Cinci Hoca’nın annesi tarafından oluşturulmuş bulunan Hamide Hatun Vakfı’nın akareti arasında bulunmaktadır. İlginç olan Cinci Hoca’nın bu iki anıt eseri de gasp ettiği Hüseyin Kethuda ve Baba Sultan vakıflarına ait arazi üzerine yapmış olmasıdır. Bu arazide Taraklı Borlu’un (Safranbolu) galle pazarı kurulmaktaydı. 

28 Cemaziyelevvel 1118 (7 Eylül 1706) tarihli bir belgeden[4] Kârgir Han’ın sel savan duvarları üzerine “Halil Ağa nam kimesne” bir duvar yapmaya kalkmıştır:

Taht-ı nezâretimizde olub Taraklıborlu’da vâkiʻ merhûme Hamide Hâtun evkâfından kârgir hanın yine taraf-ı vakıftan mebni [yapılmış] sel savan duvarları üzerine ve damlası inip cereyan edecek mahal üzerine yine kasaba-i mezbûre [adı geçen] sakinlerinden Halil Ağa nâm kimesne fuzûlen [usulsüz olarak] kendi nefsiçün bir han binasına mübaşeret [girişerek] ve zikir olunan mevziʻler üzerlerine bir mikdâr duvar ihdâs edip bâkisini ketm [gizleyerek] ile binâ etmek üzre olmağla vakf-ı mezbûr hanına küllî zararı olup vakfın îrâdına kesr [kırılma] ve beher sene Haremeyn Hazinesi’ne taraf-ı vakf-ı mezbûrdan teslimi lazım gelen Haremeyn akçesine noksan terettüp etmekle bundan akdem [önce] ber-mûceb-i emr-i âli mahall-i nizâʻ [anlaşmazlık] ın üzerine varılıp husûs-ı mezbûre vukûf-ı tâmm-ı olan mimarlardan ve bî-garaz [tarafsız] müslimînden sual olundukta fi’l-vâkiʻ mezbûr Halil’in vakf-ı mezbûr hanının sel savan duvarı üzerine ve damlası cereyan edecek mahal üzerine fuzûlen kendi nefsiçün tahta han binasına mübaşeret [başlama] ve bir mikdar duvar bina etmekle han-ı mezbûrun îrâdına ve binâsına külli zararı olduğundan mâʻadâ el- iyâzü billâhi teʻâlâ [Allah korusun] harîk [yangın] vâki olur ise vakf-ı hâna zararı isâbet ve bil külliye harab olacağı mukadderdir deyu derûn-i hüccet-i şeriyye[5] de mastûru’l-esâmi [adları yazılı] kimesneler âlâ tarikı’ş-şehâde [şâhitlik yoluyla] haber verdiklerinde ve zikir olunan muhdes [sonradan yapılmış] duvarın hedm [yıkılması] ve zararı menʻ u def olunması içün mezbûr Halil’e taraf-ı şerʻden tenbih olduğun Taraklıborlu Kadısı İbrahim Efendi hüccet-i şeriyye birle (berâber) iʻlâm etmekle dergâh-ı âlî bevvâblarından [kapıcılar] zide kadruhu mübâşir tayin ve zikr olunan duvar marifeti şerʻ ve mübâşir-i merkûm marifetiyle hüccet-i şeriyye mûcebince hedm ve zararı menʻ u defʻ olunub mezbûr Halil’e hilâf-ı şerʻ muhâlefet ettirilmemek babında Bolu Voyvodası’na ve Taraklıborlu Kadısı’na hitâben hükm-i hümâyun verilmek ricâsına der-i devlet medâra arz olundu. Bâkî emr u fermân der-adlindir.

Yapıların konumuna baktığınızda her iki yapının da eğimli ve oldukça geniş galle pazarının eşyükselti eğrilerine (münhani) paralel inşa edilmiş olduğunu anlarsınız. Projelendirmede yapıların geniş cephelerinin pazaryerleri ve aralarında bulunan sokaklarla ne denli uyumlu olduğu, buna karşın su akış yönünü bentler gibi kesmekle hatalı olduğu açıktır. Yıkıma neden olan işte bu yanlış konumlandırmadır. 

Şekil 1. Cinci Hanı delerek geçen algumların Gümüşsu’ya boşaldığı yer.

Yerleşmenin kuzeydoğusunda bulunan Büyük Göztepe Tümülüsünün çevresinden dolanarak aşağı inen tali kanyonun suyu, algumlarla denetin altına alınmıştır. Belgede “sel savan duvarları” olarak anlatılan bu drenaj sistemi işte bu “algumlar”dır. Algumlar sözünü ettiğimiz tali kanyonun suyunu, Yeni Hamam’ın arkasındaki bugün Kazdağlı olarak isimlendirilen meydanın ve ona açılan sokakların sel sularını toplamakta, hamamın altından geçerken atık suyunu da almakta ve Cinci Hanı’na yönelmektedir. Daha sonra Cinci Hanı’nı delerek geçen bir dehlizde hanın atık suyunu da toplayarak Akçasu’ya ulaşmaktadır. Yukarıda alıntıladığımız Osmanlı arşiv belgesinde şikâyet konusu olan han kesinlikle buralarda bir yerdeydi ama yıkılmış olmalıdır. Zaman içinde tali kanyona önemli ölçüde müdahale yapılmış, yer yer kapatılarak üzerinden yol geçirilmiştir.

Hamide Hatun Vakfı “El-ihracât” kalemleri arasında bulunan “Be-cihet-i battâliye-i hamâm der esnâ-i kat’-ı âb [Hamamın suyunun kesilmesi esnasında boşa çıkan 26 gün akçesi] 1.520”[6] ve çok değil altı yıl sonraki bir diğer belgede “El-ihracât” bölümünde çok sayıda su yolu tamiri yanında “Sel açılan yere üstadiye 40 guruş”, “Sel açtığı mahalle künk ve üstâdiye 10 guruş”, “Avratlar hamamına sovuk su yollarının tamiri ve taâmiye 8.5 guruş”, ”Avratlar hamamının akdarması 11 guruş” ve de “Külhan duvarına ta’mir içün 30 guruş”, “Külhan duvarına kazgan-ı mezbûre 16 guruş” gibi 33 kalemde toplam 309 guruş yani 37.080 akçe harcanmıştır. Bu giderlerin başında şöyle denilmektedir:

Defter-i oldur ki ashâb-ı hayrâtdan merhûme Hamide Hâtunun Taraklıborlu kasabasında vâkiʻ han ve hamamın mürûr-i eyyâm ile harâbe müşrif olup bi’l-iktizâ 1125 ve 1126 senelerinde taʻmîre muhtâc olmakla izn-i şerʻle taʻmîr olunan mahalleri ve sâir harc-ı lâzime masârifidir ki ber-vech-i âtî zikr olunur. Hurrire fi’l-yevmi’r-râbiʻ min zilhicceti’ş-şerîfe li sene sitte ve işrîne ve miʼete ve elf 4 zilhicce 1126 (11.12.1714).

(Canbulat & Asar, 2022)

Safranbolu’da görülen önemli bir selin Çifte Hamam’ın kuzeydoğusunda özellikle külhan ve kadınlar bölümünde büyük hasara neden olduğu anlaşılmaktadır. Günümüze dönersek, küresel ısınma ve sonucunda iklimsel değişim meteorolojik olayların daha şiddetli yaşanmasına neden olmaktadır. 1714 yılında Yeni Hamamın külhanında ve kadınlar bölümünde büyük yıkıma neden selin bir benzerinin her an yaşanması olasılığı yüksektir.

Safranbolu – Kıran Köy’de Büyük Yangın

1859 yılında Kıranköy’de büyük bir yangın olduğu ve Rum evlerinin önemli bir kısmının yandığı bilinmektedir. Ancak, Başbakanlık Devlet Arşivleri’nde bulunan 365/92, 376/19 ve 397/44 numaralı 3 adet belgeden yangının boyutu açık bir şekilde görülmektedir. Yangında Kıranköy’de bulunan 450 adet haneden ancak 50 bab hane kurtulabilmiştir. 

Devleti-i Ali yangından zarar görenlere zahire yardımı yapılması ve “serian” uygun yerlere yerleştirilmelerini, gerekli giderlerin milli hazineden sağlanacağı bildirilmektedir. Ayrıca, Kastamonu Sancağı’nın Dahiliye Nazırlığı’na yazdığı yazılardan yangının bu denli büyük hasara neden olmasının nedeni evlerin çatılarında kullanılan bedavralar olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de Kıran Köy büyük yangınından sonra çevrede çeşitli kiremitlikler kurulmuş ve Safranbolu evlerine kiremit döşenmiştir. İlginç olan bu süreçte “Depçan nam kimesne”nin dilekçesinin etkin olmasıdır. Müteveffa Debçan’ın şikâyeti, kendi evine kiremit kaplasa bile diğer evlerin bedavralı[7] olması nedeniyle yangın riskinin her zaman olacağı yönündedir. Yazışmalar sonucunda, halkın uygun fiyatlarla kiremit temini sağlanacak ve baharla birlikte Safranbolu’ya gereken kiremitçiler gönderilecektir.

Yine bu bağlamda 166/60 numaralı belgeden o dönemde Safranbolu’da tek bir yangın tulumbası bile olmadığı anlaşılmaktadır. 

Bu yangın sonrasında Kıranköy’deki evlerini kaybeden önemli bir nüfus Çaycuma’ya göçmüş ve orada yeni bir kent kurmuştur. Bu nüfus Mübadele’de Yunanistan’a göçecektir.[8]

Belge 1

Kastamonu Valisi’ne

Zağferanbolu Kazâsı’na tâbi‘ Kıran karyesi derûnunda kâin Danagölü Suyu demekle marûf nehrin yemîn ve yesârında İslâm ve Hristiyan mahalleleri olup mevcûd olan hânelerin üzerleri kiremid yerine pedavra tahtası pûşîdeli olduğuna binâen bu kere Hristiyan mahallesinden zuhûr eden ateş pedavraların üzerlerine nüzûl ile sirâyet etmesinden nâşi dört yüz elli hâneden ibâret olan mahalleden ancak elli bâb hâne kurtulabilmiş ve bu kere inşâ olunmakda olan hânelerin üzerine ashâbı tarafından kemâ fi’s-sâbık pedavra döşenmek üzere bulunmuş idiği ve bunun mazarratı meydanda iken tekrar inşası câiz olamayıp maamâfîh kendisi hânesine kiremid pûşide edecek ise de etrafındaki hâneler pedavralı olduğu hâlde bir semere hâsıl olamayacağı beyânıyla bunun men‘iyle umûmen kiremid ferş etdirilmesi mezkûr hâneler ashâbından Depçan nam kimesne tarafından bâ-arzûhâl istidâ kılınmakdan nâşi keyfiyet Meclis-i Valâ’ya lede’l-havâle bu makûle mazarrat îrâs edecek şeylerin terki icâb-ı hâlden ve muhterik mahallerin sûret-i muntazamada inşâsı kâide-i meriyeden bulunduğuna binâen işbu yapılacak ebniyenin sirayet-i nâr mahzûrundan masûn olmak üzere her tarafda câri olduğu vechile kiremid örtdürülmesi için ahaliye tenbihât ve teşvîkât ifâsıyla beraber tevsî ve tesviye-i tarîk maddelerine vesâir teferruâtına riâyet olunması ve eğer oralara karîb mahalde kiremidhâne olmayıp da mahâll-i baîdeden masarıf-ı kesîre ile celb ve nakli lâzım gelerek ashâb-ı ebniyece müşkilât anlaşıldığı halde kiremidci celbiyle civâr ve münasib mahalde imâl etdirilmesi gibi veyahûd sâir dürlü velhâsıl nasıl tedbir ittihâzı muktezî ise harîkzedegân-ı ahali [için] lüzûmu olan kiremidin ehven bahâ ile satdırılması zımmında teshîlât ve muâvenet-i mukteziyenin tamâmen icrâ kılınması husûslarının savb-ı valâlarına bildirilmesi tezekkür kılınmış olmağla ol vechile icâbının icrâ ve inhâsına himmet buyrulması siyâkında şukka. 15 Safer 1276 (13 Eylül 1859)[9]

Belge 2

Kastamonu Valisi’ne 

Zağferanborlu Kazâsı’na tâbi Kıran Karyesinde vukû bulan harîkde Rum milletinin ebniyeleri muhterik olarak kendileri şuraya buraya dağılıp şâyân-ı âtıfet ve muâvenet bulundukları Rum Patrikhanesi tarafından bâ-takrîr istidâ ve bu bâbda olan Rûmiyyü’l-ibâre mahzar takdîm ve isrâ olunmaktan nâşi keyfiyet Meclis-i Valâ’ya lede’l-havâle vukû bulan harîkden dolayı karye-i muzkûre ahalisinin musâb ve mutazarır oldukları gösterilmiş ise de izâhât-ı kâfiye olmadığından Hrıstiyan mahallesi külliyen mi muhterik olmuşdur yoksa bir mikdar hâne mi yanmışdır, ashâbının birazı erbâb-ı iktidârdan veyâ mecmûu âciz ve fakir makûledenmidir? Buralarının zâhire ihrâcı ve Hazine-i Celile’nin ahvâl-i malûmesinin muvâzenesi ile ba’dehû iktizâsına bakılmak üzere bunlar hakkında ne vechile muâvenet olunmak lazım gelir buralarının serîan bit-tahkîk izâhen ba-mazbata iş’ârı ve sâye-i mekârimvâyei cenab-ı padişâhîde bunların vadî-i  perişânîde kalması layık olmayacağından şimdiden kendilerinin münâsib yerlere yerleştirilmesi ve esbâb-ı âsâyiş ve istirâhatlerinin istihsâli her nasıl tedbire mütevakkıf ise bi’l-icrâ haklarında lâzım gelen muâvenet ve teshîlâtın tamamî-i ifâsı husûsunun savb-ı vâlâlarına bildirlmesi tezekkür olunmuş olmağla ber-minvâl-i muharrer iktizâsının icrâ ve inhâsına himmet buyurulması siyâkında şukka.  9 Rebiülâhir 1276 (5 Kasım 1859)[10]

Belge 3

Kastamonu Mutasarrıfı’na

Zağferanbolu Kazâsı’na tabî Kıran karyesinde muhterik olan Hristiyan hânelerinden inşâ olunmakda olanlarının üzerine kiremid pûşîde etdirilmesi husûsuna dair gönderilen tahrîrâta cevâben Kastamonu Meclisi’nin tevârüd eden mazbatasında mevsim-i şitânın hulûlü münâsebetiyle kiremid imâli mümkün olamayacağından mevsim-i bahar hulûlünde kiremitci ustası celbiyle iktizâsının icrâ kılınacağı inhâ ve iş’âr ve kazâ-i mezkûr meclisinin bu bâbda olan mazbatası tesyâr olunmakdan nâşî keyfîyet Meclis-i Valâ’ya lede’l-havâle siyâk-ı iş’âr muvafık-ı hâl ve maslahatdan olduğundan ve evvel bahar dahî takarrüb eylediğinden mevsimi hulûlünde hemen kiremitci ustasının celbiyle beraber kiremidlerin imâl ve ferş ettirilmesi zımnında muâvenet ve teshîlât-ı mukteziyenin icrâ kılınması husûsunun savb-ı saâdetlerine te’kidi tezekkür olunmuş olmağla iktizâsının icrâsı hususuna himmet eylemeleri siyâkında şukka.  28 Receb 1276 (20 Şubat 1860)[11]

Belge 4

Maliye Nazâret-i Celîlesine

Viranşehir sancağına tâbi’ Zağferanborlu’da vukû’ bulunan harîk keyfiyetine dâir Kastamonu Meclisi’nin vârid olan mazbatası manzûr-ı sâmileri buyrulmak üzere leffen gönderilmiş olup melfûf mahallî mazbatasına nazaran orada tulumba bulunmadığı anlaşılmış ve bu makûle büyücek kazalarda el’ân itfâiye bulunması lâzımeden görünmüş olduğundan ahvâl ve emsâline tatbîkan mahal-i mezkûra bir aded tulumba irsâl olunmak üzere iktizâsının icrâ ve ifâdesi mütevakkıf-ı himem-i behiyyeleridir. 1276 Safer 28 (26 Eylül 1859)[12]

Bugün Safranbolu, evlerinin çatılarının kiremit kaplamalı olması nedeniyle mahalle yangınlarına sahne olmamakta ancak başka bir nedenle değerli kültürel mirasını kaybetmektedir. Bugün çok sayıda tescilli konak turizm amaçlı olarak yeniden işlevlendirilmiş (revitalization) bulunmaktadır. Özellikle konakların gereksindiği yüksek elektrik gücü ihtiyacı ve yapılan mutfaklar konaklara yüksek yangın riski getirmektedir. Safranbolu’nun en görkemli konaklarından Saraçlar Evi ve Hacımemişler evi elektrik tesisatında oluşan sorunlardan dolayı yok olmuşlardır. Yakın zamanlarda ise Kadıoğlu Şehzade Konağı (Bayramgiller Evi) ve komşusu başka bir ev mutfaktan çıkan yangını nedeniyle tahrip olmuştur.

Bu noktada farkında olunmayan bir çelişkiden söz etmek istiyorum. Riski iki ayrı bölümde incelemek gerekir. Bunlar tescilli yapı kaybı ve can kaybıdır. Ahşap yapılar için ileri sürülen “ahşap yanar” eleştirisi desteksizdir (Garis & Clare, February 2014). Ahşap tabi ki yanıcıdır, ancak ahşap yapı elemanı ısıya maruz kaldığında yüzeyinde bir karbon zırh oluşur ki bu karbon zırh yüksek ısı geçirimsizliğine sahiptir ve ahşap elemanların strüktürel işlevlerini hala sürdürebilmesine olanak sağlar, dolayısıyla da yapının tahliyesi için gereken zamanı kazandırır (Liblik, 2018). Zaten en fazla toplam üç katlı olan Osmanlı evi yangın vukuunda kolayca tahliye edilebilmektedir. Ancak her durumda olmazsa olmaz “yangın uyarı sistemi”dir. Asıl risk altında olan ise kültürel mirastır. Bunun önüne geçmek konaklar içinde yer alan profesyonel pişirme sistemleri ile donatılmış mutfakların bir an önce konakların dışına çıkarılması ile olanaklıdır. Kanımca bu konuda bir odak kayması söz konusudur; yapı alanı peyzajı önemsenirken, yapının kendisini riske sokan yaklaşım bir paradokstur. Bunun çözümü müştemilatlar üzerinde giderek daha kısıtlayıcı plan notları yazan İmar Komisyonlarını çözüm sürecine dahil etmekle olanaklıdır. Bu konuda ise olmazsa olmaz müştemilat içinde “otomatik yangın söndürme sistemi’dir. Bir olumsuz örnek vermem gerekirse: ilk görülmesi gereken KÜ, Turizm İşletmeciliği Fakültesine ait Antepliler Evinin mutfağıdır.[13]

Safranbolu’da 1911 Kış – Kıyameti

Başbakanlık[14] Osmanlı Arşivleri’nde  7 adet belgeden[15] 1911 yılında çok şiddetli bir kış yaşandığını ve bazı binaların yıkıldığı, binaların çatılarında biriken karların sahipleri sokaklara kürenmesi nedeniyle sokakların kapanarak ulaşımın kesintiye uğradığı bu nedenle halkın ihtiyaçlarını ve kömürü temin edemediğini anlıyoruz. Belediyenin mali kaynakları da sokakların açılması için yeterli değildir. Evlerinde yiyecek ve yakacak kalmamış bulunan halkın acilen devletin yardımına ihtiyacı vardır. İhtiyaçların sağlanabilmesi için, Ziraat ve Ticaret Odası’a dayanarak “şimdilik” 20 000 kuruş gerekmektedir. Durum daha önce olumsuz yanıt aldığı anlaşılan Vali Nafiz tarafından bir kez daha Dahiliye Nazırlığı’na arz edilmektedir. Ne yazıktır ki Nazırlık, Devlet’in bunu sağlamasının mümkün olmadığını -bir kez daha- bildirmektedir. Vali 4 gün sonra bu kez Dahiliye Nazırlığı, Haberleşme Dairesi üzerinden Maliye Nazırlığı’nda aynı gerekçelerle yardım için şansını denemiştir. Kastamonu Valiliği’nin şifreli telgrafıyla Kastamonu Vilayeti’nde açlıktan ölme derecesindeki halkı için kullanılamak üzere zaten 30 000 kuruş gerektiği belirtilmektedir. 

Sonunda Maliye Nazırı adına Müsteşar, 7 Şubat 1911 günü 20 000 kuruşun havale edileceğini bildirir. Dahiliye Nazırlığı ise gönderdiği telgrafla Kastamonu Valisi Nafiz’in “meblağ-ı mezkûrun seriân tevzîiyle muhtâcînin tehvîn-i ihtiyâcâtına himmet buyrulması”nı emreder.

Sorun çözülmüş olmalıdır.

Belge 1

TELGRAF

Dahiliye Nazâret-i Celîlesine

Deminki telgarafla arz olunduğu üzere vilâyet dâhilinde şiddetle nüzûl eden kardan Safranbolu’da birkaç emâkin münhedim olduğu gibi binalar üzerinde terâküm edip sahipleri tarafından atılan karlar da sokakları doldurmuş ve bu yüzden mürûr u ubûr munkatı’ olup ahâli-i mahalliyenin havâyic-i zarûriyelerinden olan hatab ve kömürün çâre-i nakli büsbütün mefkûd bir hale gelmiş olduğuna ve sokakların tathîri uğrunda ihtiyâr edilecek masârıfa mahalli belediyesinin vâridâtı dahi gayr-ı müsâid olup binâenaleyh hânelerinde yiyecek yakacak kalmamış olanlar peyderpey hükûmetin muâvenetine arz-ı ihtiyaç etmekte bulunduklarına mebnî gerek bunların tehvîn-i ihtiyaçlarına gerek bunların gerek sokakların tathîrâtına sarf edilmek üzere hazîne-i celîleden şimdilik yirmi bin kuruşun sarfına şiddetle lüzum görüldüğü Kaymakamlığıyla Zirâat ve Ticaret Odası Riyâseti’nden alınan telgrafnamelerde ehemmiyetle bildirilmiş olmağın meblağ-ı mezbûrun sarfına me’zûniyet-i âcile itâ buyrulması marûzdur. 13 Kanunı Sâni sene [1]326 (26 Ocak 1911)

Vali Nazif

(Cevâb: Kâbil değildir)

Belge 2

DAHİLİYE NEZÂRETİ MUHÂBERAT-I UMÛMİYE DAİRESİ

Kastamonu Vilâyeti’ne telgraf

C[evâb-ı] 13 Kanunı Sâni sene [1]326 (26 Ocak 1911). Safranbolu muhtâcînine hükûmetce muâvenet ifâsı kâbil değildir.

Belge 3

DAHİLİYE NEZÂRETİ MUHÂBERAT-I UMÛMİYE DAİRESİ

Huzûr-ı âli-i Hazret-i Sadâretpenâhiye

Vilâyet dahîlinde şiddetle nuzûl eden kardan Safranbolu’da birkaç emâkin münhedim olduğu gibi binalar üzerinde terâküm edip sahipleri tarafından atılan karlar da sokaklar doldurulmuş ve bu yüzden mürûr u ubûr münkatı’ olup ahâli-i mahalliyenin havâyic-i zarûriyelerinden olan hatab ve kömürün çâre-i nakli büsbütün mefkûd bir hâle gelmiş olduğuna ve sokakların tathîri uğrunda ihtiyâr edilecek masârıfa mahalli belediyesinin varidâtı dahi gayr-ı müsâid olup binâenaleyh hânelerinde yiyecekyakacak kalmamış olanlar peyderpey hükümetin muâvenetine arz-ı ihtiyaç etmekde bulunduklarına mebni gerek bunların tehvîn ihtiyaçlarına gerek sokakların tathîrâtına sarf edilmek üzere hazîne-i celîleden şimdilik yirmi bin kuruşun tesviyesi husûsunun Maliye Nezâret-i Celîlesine emir ve tebliği menûtı re’y-i sâmî-i fahîmâneleridir. Ol bâbda. 17 Kanun-ı Sâni 1326 (30 Ocak 1911)

Belge 4

BAB-I ÂLİ

DAHİLİYE NEZARETİ

Muhâberât-ı Umumiye Dâiresi

Kastamonu Vilâyeti’nden alınan şifre

Şitânın şiddet-i fevkalâdesi ve vesâit belediyenin mahdûdiyeti sebebiyle soğukdan ve açlıkdan ölenlere muâvenet ifâsı kabil olamıyor. Hükûmetce otuz bin kuruşun Kastamonu fukarâsına tahsîsi ve îsâl olunmasına lüzûm-ı mübrem ve acile vardır. Ol bâbda. Fi 22 Kanunı Sâni [1]326 (4 Şubat 1911)

Vali Süleyman Nazif 

Belge 5

DAHİLİYE NEZÂRETİ MUHÂBERAT-I UMÛMİYE DAİRESİ

Huzûr-ı âli-i Hazret-i Sadâretpenâhiye (gayet müstacel)

Şitânın şiddeti fevkalâdesi ve vesâit-i belediyenin mahdûdiyeti sebebiyle soğukdan ve açlıkdan ölmek derecesine gelen fukarâ-yı ahâliye muâvenet ifâsı için hükümetce otuz bin kuruşun âcilen itâsı vücûbu Kastamonu Vilayeti’nden bâtelgraf işâr edildiğinden meblağ-ı matlûbun sürat-i mümkine ile tahsis ve itâsının Maliye Nezâreti Celîlesine emir ve tebliği menût-ı müsâade-i sâmiye-i fahîmâneleridir. Ol bâbda. 23 Kanun-ı Sâni 1326 (5 Şubat 1911)

Belge 6

MALİYE NEZARETİ

Muhâsebe-i Mâliye Müdiriyeti

Umumi: 5821

Hususi: 123

Huzûr-ı sâmi-i sadâretpenâhi’ye

Mâruz-ı çâker-i kemineleridir,

Zaferanbolu’da şiddet-i şitâdan dolayı yiyecek ve mahrûkat tedârikinden âciz kalan ahâlinin tahvîn-i ihtiyaçları ile gayr-ı kâbil-i murûr bir hâle gelmiş sokakların tathîrâtına sarf edilmek üzere Kastamonu Vilayeti’nce kemâl-i ehemmiyetle taleb olunan yirmi bin Kuruşun masârıf-ı gayrı melhûza tertîbinden tesviyesi lüzûmuna dâir Dahiliye Nezâret-i Celîlesi’nden takdim kılınan tezkirenin leffen irsâl kılındığı beyân-ı âlisiyle mündericâtına nazaran iktizâsının ifâ ve inbâsı melfûfunun iâdesi resîde-i dest-i tanzîm olan 18 Kanun-ı Sâni [1]326 (31 Ocak 1911) tarihli tezkire-i sâmiye sadaretpenâhilerinde emr u iş’âr buyrulmuş olmasına mebni meblağ-ı mezbûr hakkında tanzîm olunan 2298/49 numaralı havâlenâmenin vilâyet-i mezkûre defterdârlığına irsâl ve keyfiyet telgrafla da tebliğ edilmiş ve leffen irsâl kılındığı beyân buyrulan tezkire zuhûr etmemiş idiğinden arz ve beyânına ibtidâr kılındı. Ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyü’l- emrindir. Fi 7 Safer sene [1]329 fi 25 Kanun-ı Sâni sene [1]326 (7 Şubat 1911)

Maliye Nâzırı nâmına müsteşar

Belge 7

DAHİLİYE NEZÂRETİ MUHÂBERAT-I UMÛMİYE DÂİRESİ

Kastamonu Vilâyeti’ne Telgraf

Safranbolu’da şiddet-i şitâdan dolayı erzak ve mahrûkat tedârikinden âciz kalan ahâlinin tehvîn-i ihtiyâçlarına ve kardan kapanmış olan sokakların tathîrine sarf edilmek üzere taleb olunan yirmi bin kuruşun havâlenamesi bi’t-tanzîm defterdarlığa isrâ ve telgrafla da malûmât itâ olunduğu Maliye Nezâreti’nden bildirilmekle meblağ-ı mezkûrun seriân tevzîiyle muhtâcînin tehvîn-i ihtiyâcâtına himmet buyrulması. 29 Kanun-ı Sâni 1326 (11 Şubat 1911)

1Şubat 1944 Depremi

1944 Ulumescid (Bolu) Depremi, 1 Şubat 1944 günü yerel saat ile 03.22’de 6,8 ML, Mw 7,2 büyüklüğünde meydana geldi. Aynı gün 21:24’te İnceçay (Safranbolu)’da 5,5 ML, 5,2 Mw şiddetinde bir artçı deprem oldu (B.Ü. Kandilli Rasathanesi BDTİM Deprem Sorgulama Sistemi, tarih yok). Depremi Bartın Gazetesi şöyle haber yapmıştır.

Şekil 2. Karabük’te Öğlebeli Köyünün kuzeyindeki fay kırığı (Kuş, 2009, s. 298)

Safranbolu ve Devrek’te hasar çok

Bugün sabah erken saatlerinde (1 Şubat 1944) 6’yı 25 geçe şiddetli yer depremi duyulmuştur. Deprem ufki olarak on, on beş saniye, belki de daha fazla sürmüştür. Devrek kaza ve Çaycuma nahiye merkezinde ve Safranbolu kazasında birçok binalar yıkılmış, ölenler olmuştur. Esaslı rakam henüz belli değildir. Son dakikada deprem merkezinin, Gerede – Kızılcahamam çevresi olduğuna dair haberler alınmıştır. Valimiz Halit Aksoy, yanında Vilayet Parti Reisi, Jandarma Komutanı, Ereğli Kömür İşletmesinin Müdürü ve Nafia Md. olduğu halde deprem bölgesini dolaşmış yarın sabah Safranbolu’ya bektir. (Bartın Gazetesi 1 Şubat 1944 Sayı: 836)

1 Şubat Salı günü sabahı vuku bulan deprem hakkında her gün tamamlayıcı acı haberler gelmektedir. Ölü ve yaralı sayısıyla yıkılan yapıların ilk sanıldığından çok olduğu anlaşılmaktadır. Rakamlar çok değişik ve şaşırtıcı olmakla beraber, en çok zarar gören kasabaların Bolu, Gerede, Mudurnu, Düzce ve Çerkeş olduğu anlaşılmaktadır. Son rakamlara göre Vilayetimizde 108 ölü, 162 yaralı vardır. Çoğu Devrek ve Safranbolu kazalarına bağlı köylerde olmak üzere, küçük büyük 639 bina yıkılmıştır. Safranbolu kaza merkezinde bir cami sakatlanmış, Cinci Hanının bazı kısımları yıkılmıştır. Kaza merkezinde ölü ve yaralı yoksa da bazı köylerde epeyce insan ve bina kaybı vardır. (Bartın Gazetesi 10 Şubat 1944 Sayı 837)

Bu sabah saat 06.24 de Karabük’te çok şiddetli bir yer sarsıntısı duyulmuştur. Halk feryat ederek. meskenleri terk etmiştir. Sarsıntı, Demir- Çelik Müessesesine ait Yenişehir’deki evlerde hasar yapmamışsa da fabrikanın müdürlük, laboratuvar ve ambar binalarında ve diğer iki dairede mühim çatlaklıklar husule getirmiştir. Bu yüzden memurların bu binalara girmesi menedilmiştir. Ortaokul binasında da bazı çatlaklar görülmüştür. Fabrikanın hemen yakınında ve doğu şimalde (Kuzeydoğu) Öglebeli Köyü’nün cenup (Güney) istikametindeki bir tepe, tahminen 100 metre kadar kaymıştır. Kayma, köyün aksi istikametinde olduğu için köye bir zararı dokunmamıştır. Karabük nahiyesindeki hasar henüz tamamıyla tespit edilememişse de birçok ahşap ve kerpiç binalar, oturulamayacak şekilde harap olmuştur. Nüfusça zayiat yoksa da birkaç hafif yaralı vardır. Devlet Orman işletmesi, Karabük Revir Amirliği binası, içinde çalışmayacak derecede harap olmuştur. Civar köyler hakkında henüz tam bir malûmat alınmamışsa da dolaşan sayılara göre, bazı köylerin pek büyük hasara ve zararlara uğradıkları duyulmaktadır. Karabük’te sarsıntı, pazartesi gününden beri bilhassa geceleri fasılalarla ve bazen hafif, bazen de şiddetlice olarak devam etmektedir. Bir kısım halk geceyi, kilimlerden yapılmış veya mahruti çadırlarda geçirmektedir. Kaydığını bildirdiğim tepe, gözle fark edilecek şekilde, aşağıya doğru inmekte devam ediyor. Demir- Çelik müessesesinin Çırak okulu, içine girilemeyecek bir halde zarar gördüğünden tedrisat şimdilik durdurulmuştur. Civar köylerde ve bilhassa Karabük’e bağlı Belen Köyü’nde zararın oldukça ehemmiyetli olduğu öğrenilmiştir. Eskipazar’da fazla yaralı olduğu[nun] öğrenilmesi üzerine, o mıntıkaya, buradan bir doktorun idaresinde bir sıhhi yârdim ekibi gönderilmiş ve civardan yaralı gelmesi ihtimali düşünülerek müessese hastanesinde tedbir alınmıştır. Eskipazar’dan salı günü gelen 13 yaralıdan çok ağır olan 5’i Zonguldak’a gönderilmiştir. Bugün saat 14:28 de iki saniye devam eden şiddetlice bir sarsıntı daha olmuşsa da yeni bir hasara sebep olmamıştır. İlk sarsıntıda oturdukları meskenler harap olan Demir- Çelik fabrikaları isçileri için derhal gereken tedbirler alinmiş ve kendilerine yer temin edilmiştir. (Bartın Gazetesi 10 Şubat 1944 Sayı: 837 – Muhabir A.K. (Ahmet Kellecioglu)

(Kuş, 2009, s. 297-299)

Karabük kent merkezi, Safranbolu, Eskipazar ve Yenice 1. deprem bölgesi içinde, Karabük’ün kuzeyindeki Eflani ve Ovacuma ise 2. deprem bölgesi içinde yer almaktadır. Karabük’te depreme neden olabilecek fay hatları ise, Karabük’ü kuzeybatı-kuzeydoğu doğrultusunda kat eden Karabük Tektonik Hattı ve etkinliğini hala sürdüren Kuzey Anadolu Fay kuşağıdır. Kuzey Anadolu Fay Hattı, Karabük şehir merkezine 55 km uzakta Gerede’den başlayıp, Karabük sınırında Eskipazar ve İsmetpaşa mevkii ile Kastamonu-Tosya’dan geçmektedir. Ayrıca Karabük yakınından ikinci bir tali fay hattı Amasra-Abdipaşa-Safranbolu- Karabük ve Eskipazar’dan geçmektedir.

Karabük’e en büyük hasarı 1944’teki deprem verirken; bu deprem, bölgesinde toplam 20.865 yıkık ve ağır hasara yol açarken, 3959 kişinin de canına mal olmuştur.[16] Dâhiliye Vekili Hilmi Uran’ın bölgeden çektiği telgraflara göre de depremden gerek vatandaş kaybı gerek ev tahribatı, kasabalardan ziyade köylerdeydi. Sarsıntının depremden sonra da devam etmesi nedeniyle, soğuğa ve yağmura rağmen halk belli bir süre evlerinde yatamamış; çadır, gıda ve gaz yardımları ile yaraları sarılmaya çalışılmıştır. Ayrıca dönemin kendine has ihtiyaçlarını göstermesi bakımından çivi yardımı bu deprem yıllarında mühim bir ihtiyaç olarak öne çıkmıştır. Hilmi Uran’ın afet bölgesinden Başvekâlete çektiği telgrafta deprem bölgesine memur aileleri ile halkın muhtaç kısmına küçük barakalar için kereste ve çivi yardımı yapıldığını belirtmiştir. Karabük’te de hissedilmiş olan bu 1943-1944 senesinin kışındaki şiddetli depremler neticesinde iyice yerleşmemiş olan arazide çöküntüler meydana gelmiştir.

O yıllarda fabrikada İşçi olarak çalışan Turhan Kökkaya depremin etkilerini şöyle anlatmıştır:

‘‘Gerede, Çerkeş ve Çankırı’da etkileri büyük ölçüde hissedilen deprem, fay hattına yakın olması dolayısıyla Karabük’ü de etkiledi. Fabrika sahasında bulunan bu ‘Baraka Evler’ yıkıldı. Bunun üzerine fabrika yetkilileri açıkta kalan işçilerini yetiştirmek için ‘Tahta Evleri’ oluşturmak zorunda kaldı. Fabrika sahası içinde, birinci dönemde 40, ikinci ve üçüncü dönemlerde de 40’ar tane olmak üzere tam zaman içinde 120 tane tahta ev oluşturuldu. Bu evler, merkez atölyesi ve montajda çalışan marangozlar tarafından yapılmıştır. Deprem 1 Şubat’ta gerçekleşmesine karşın, mart ayında işçilerin yararlanabileceği biçimde ilk 40 ev hemen oturmaya hazır bir hale getirilmiştir. Bu evler o günkü koşullarda ihtiyaca cevap vermeye yönelik tasarlandıkları için; 1 oda, 1 hol, 1 mutfak ve tuvalet-banyo biçiminde yapılmışlardır… Tahta evler, 1970’li yıllara kadar Fabrika sahasında ihtiyaca cevap vermeye devam etmiştir…”

(Kütükçüoğlu, 2015)

Kütükçüoğlu’nun yazısı 10 Eylül 1509 “Kıyamet-i Suğra” Konstantiniyye depremi ile bir noktada benzerlik göstermektedir. 

Küçük Kıyamet

l4 Eylül l509’da İstanbul, Osmanlı tarihinin kaydettiği en şiddetli ve hızlı depremine maruz kalmıştı. Küçük kıyamet denilen bu depremde İstanbul’da yüz dokuz cami ve mescit ile bin yetmiş ev harap olmuştu. Halktan da beş bin kadar insan ölmüştü. İstanbul’un, Eğrikapı’dan Yedikule’ye kadar olan üç kat suru yıkıldığı gibi, Yedikule’den de başlayıp deniz kenarındaki İshak Pasa Semti kapısına kadar harap oldu. Bunlardan başka Fâtih Camii’nin kubbesi ve direklerinin başları çatladığı gibi imaret, hastane ve Sahn Medreselerinden bazıları ile diğer medreselerden bir kısmının kubbeleri yıkıldı. Fâtih civarındaki Karaman Mahallesi, bastan basa harap oldu. Sultan Bayezid Camii’nin kubbesi dağıldı. Hadim Ali Pasa Camii’nin (Divanyolundaki Atik Ali Pasa Camii) kubbesi düştüğü gibi Atmeydani’ndaki sütunlardan altı tanesi devrildi. Yeni Saray (Topkapı Sarayı )’in deniz tarafı yer yer harap oldu. Bu büyük depremde binlerce insan yıkıntılar altında gömülü kalmıştı. Sadece Vezir Mustafa Paşa’nın konağında atları ile üç yüz süvari hayatlarını kaybetmişti. Köpürmüş ve azgın bir hal almış olan deniz dalgaları, İstanbul ve Galata surlarını asarak sokaklarda tufan meydana getiriyordu. Bu arada eski su bentleri de yıkılmıştı. Sultan II. Bayezid, sarayının duvarlarına güvenemediğinden sarayın bahçesinde bir çatlı oda yapıldı orada on gün kadar ikamet eder.

Sultan Bayezid, bu deprem (zelzele) münasebetiyle devletin ikinci payitahtı olan Edirne’ye gittiyse de ayni sene Recep ayinin dokuzunda, yani İstanbul zelzelesinden l5 gün sonra İstanbul’dakinin benzeri olan ve ayni şiddette bir deprem meydana geldi. Mimar Hayreddin, on beş gün içinde Padişah için Edirne’de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde ikamete başladı.[17]

Kıyamet-i Suğra, bu felakete kadar Bizans kagir evini kullanan Osmanlının hızla ahşap çatkı eve geçmesini tetiklemiştir. Ahşap ev her ne kadar deprem ve yangın düalitisini ortaya çıkardıysa da ahşap ev ömrünü 20 yüzyılın başına kadar sürdürecektir. Yukarıda ahşap evin yangında öldürücü olmadığını belirtmiştim. Şu andaki ahşap yapı stoku yalnızca kültürel miras olarak değil depreme dayanımı açısından da çok değerlidir. 

Yukarıda Safranbolu merkezde can kaybı olmadığını okuduk. Ancak geçen zaman içinde bu evler üzerinde turizmin getirdiği önemli bir baskı ve tahribat olmuştur ve bu sürmektedir. Acaba bu evler 1944 yılındaki durumlarını koruyabilmişler midir? Özellikle bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Islak hacimler (tuvalet, banyo) yapı üzerinde büyük tehdit yaratmaktadır. Osmanlı evinde mobilya yoktur ancak statik değerleri büyük grupların (mevlit, kına gecesi, iftar vb.) getirebileceği hareketli yükleri de rahatça taşımaktadır. Bugün Safranbolu’da ıslak hacimlerin altlarına 10-15 cm kalınlığında beton dökülmekte, üzerlerine seramik kaplanmaktadır. Yaklaşık oda başına 1,5-2 mbeton ve üzerindeki seramiğin ağırlığını ortalama 650 kg olarak hesaplıyorum. Otel olarak işlevlendirilmiş evlerde ortalama 6 kadar böyle münferit sabit yüklerin olduğunu kabul ediyorum. Deprem halinde ahşap iskelet sistemi deprem dalgalarının etkisi altında hareket edecektir ancak bu hareketlerde iskelet sisteminin dengeli bir salınımı vardır. Bu iskelet sistemine eğer farklı katlarda farklı noktalarda böyle ağırlıklar yüklerseniz “kamçılama” etkisiyle savrulacak ve büyük olasılıkla yıkıma uğrayacaktır. Bu ağır betonarme plakların sallantı sırasında dışarı savrulmaları söz konusu olabileceği gibi, alt katlardaki insanların üzerine de düşmesi olasılığı vardır. Bilindiği gibi özgün halinde Osmanlı evinde ağır yapı elemanları bulunmaz; olsa olsa başınıza “tahta düşebülü… toprak yağabülü…” Bugüne kadar bu problemin mimar ve inşaat mühendislerince farkına varıldığına şahit olmadım. Buna karşın daha önce otel olarak işlevlendirilmiş Hacımemişler evinde böyle betonarme plakların çöktüğünü ve üzerlerine birer plak daha yerleştirildiğini deneyimledik. Özellikle ısı geçirgenliği ahşaba göre yüksek ve gözenekliliği yüksek olan betonarme plaklar ıslak hacimlerde sünger gibi su tutmakta ve oluşan bu habitat ahşap mantarlarının üremesine neden olmaktadır. Benim gözlemin yüksek yoğunluklu otellerde bu plakların ömrünün 5 yılı geçmediği yönünde. (Canbulat, Safranbolu 4 Konak, 2009). Restorasyon projelerimi onaylayan Ankara Bölge Koruma Kurulu ve daha sonra Karabük Bölge Koruma Kurulu buna çözüm olarak benim geliştirdiğim suya dayanıklı (cam elyafı takviyeli polyester kaplı kontrplak) taban çözümlerini uygun buldu ve teknik çizimlerini arşivine aldı. Ancak danışmanlığını yaptığım evler dışında bu çözümün kullanıldığına hiçbir zaman şahit olmadım.

Kaynakça

Ambraseys, N. N., & Finkel, C. F. (2006). Türkiye’de ve Komşu Bölgelerde Sismik Etkinlikler / bir Tarihsel İnceleme 1500 – 1800. Ankara: TÜBİTAK.

B.Ü. Kandilli Rasathanesi BDTİM Deprem Sorgulama Sistemi. (n.d.). Retrieved 8 5, 2022 from Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Ulusal Deprem İzleme Merkezi: http://www.koeri.boun.edu.tr/sismo/zeqdb/

Canbulat, İ. (2009). Safranbolu 4 Konak. Ahşap Eğitim Atölyesi (pp. 129-139). İstanbul: İBB, KUDEB.

Canbulat, İ. (2021). “Çãr-tãk’tan (طاق چار) “Çardak”a (چاردق) Sözcüğün Tarihsel Semantiği Üzerine bir Monografi / From “Çãr-tãk” (طاق چار) To “Çardak” (چاردق) A Monograph on the Historical Semantics of the Word. JoHUT, 11(192-2025).

Canbulat, İ., & Asar, M. (2022). Hamide Hatun Vakfı1 Osmanlı Devlet Arşivleri Belgelerinden Kargir Han ve Çifte Hamam. In İ. Canbulat (Ed.), Safranbolu Çarşı’sı / bir Küçük Anadolu Şehrinin Sosyoekonomisi (pp. 198-223). Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.

Cezar, M. (1963). Osmanlı Devrinde İstanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yangınlar ve Tabii Afetler. İstanbul: Güzel Sanatlar Akademisi, Türk San’atı Tarihi Enstitüsü.

Garis, L., & Clare, J. (February 2014). Fire Outcomes by General Construction Type A Retrospective Analysis of British Columbia Reported Fires. British Colombia: University of the Fraser Valley.

Huang, D., Xu, C., Li, Y. L., L., Zhang, H., Yang, H., & Shi, L. (2009, January). Recent Progress in Research of Fire Protection on Historic Buildings. Journal of Applied Fire Science, 19(1), 63-81.

Iringova, A., & Idunk, R. (n.d.). Solution of Fire Protection in Historic Buildings. de Gruyter OPEN.

Kuş, A. (Ed.). (2009). Belediye Başkanı Gadartalıoğlu Osman Akın’ın Özel Arşivinden Bir Zamanlar Safranbolu 1931-1946. Safranbolu: Safranbolu Belediyesi.

Kütükçüoğlu, M. (2015, 7 25). Tarihte Kuzey Anadolu Fay Hattı ve Karabük’te Depremsellik. Retrieved 8, 2023 from SafranŞehi’nden Yazıyorum: https://www.mehmetkutukcuoglu.com/tarihte-kuzey-anadolu-fay-hatti-ve-karabukte-depremsellik/

Kütükçüoğlu, M. (2023, 8 5). 1944 Depremi hasar ve kayıp istatistikleri. Safranbolu.

Liblik, J. (2018, 6 1). Fire safety in historic timber buildings. PhD. dissertation defence. Tallinn: School of Engineering, Tallinn University of Technology.

Özcan, A. (1998). Hüseyin Efendi, Cinci Hoca. In TDV İslam Ansiklopedisi (Vol. 15, pp. 541-542). İstanbul: Türk Diyanet Vakfı.

 Solak-Zade, M. H. (1989). Solak-Zade Tarihi (Vol. !). (V. Çabuk, Ed.) Ankara: Kültür Bakanlığı.

Yazıcıoğlu, H. (2001). Küçük Osmanlı’nın Öyküsü / Safranbolu Tarihi. İstanbul: şa-to Türkiyat.


[1] https://www.academia.edu/78243521/Risk_Altındaki_UNESCO_Dünya_Mirası_SAFRANBOLU

[2]https://www.academia.edu/97103867/Betonarme_Safranbolu

[3] Ayrıntılı bir kaynakça için bakınız (Kuş, tarihsiz).

[4] BOA AE.SAMD.III 13-1153.

[5] Hüccet-i şerʻiyye: Şerîat mahkemeleri kadıları tarafından düzenlenen resmî belge.

[6] BOA D.HMH.d. 21442-3.

[7] Ahşap çatı üstü kaplama tahtası

[8] Transliterasyonlarını kullandığımız belgeler Selmin Kangal Arşivinden temin edilmiştir. Kendisine teşekkür ederim. 

[9] BOA A.MKT.UM. 365/92

[10] BOA A.MKT.UM. 376/19

[11] BOA A.MKT.UM. 397/44

[12] BOA A.MKT.MHM. 166/60

[13] Ayrıca bakınız: (Huang, ve diğerleri, 2009) (Iringova & Idunk)

[14] Şu anda “Cumhurbaşkanlığı” ancak tarihçilerin uzlaşısıyla “BOA” kullanımına devam edilmektedir.

[15] BOA DH.MTV. 52-1/13 numara ile kayıtlı

[16] Bartın Gazetesi ile Kütükçüoğlu’nun sayıları uyuşmamaktadır. Bartın Gazetesi, açıkça belirttiği gibi, hemen deprem sonrasında çevreden duyduklarını yazmıştır. Kütükçüoğlu ile yaptığım telefon görüşmesinde yazısında verilen rakamları İç İşleri Bakanlığı resmi raporlarından derlediğini belirtti. Okuyucuya da bu nedenle alıntı yapacaksa Kütükçüoğlu’nun verilerini esas alması gerektiğini burada belirtmek istiyorum. (Kütükçüoğlu, 1944 Depremi hasar ve kayıp istatistikleri, 2023)

[17] (Ambraseys & Finkel, 2006, s. 30-35)’den özetlenerek. Bu konuyu inceleyen hemen yazarların tamamı İstanbul’da yapılan “çatma” odayı çadır olarak anlamışlardır. Bugün çatmanın ahşap bir yapı olduğunu biliyoruz. (Canbulat İ. , 2021). Bakınız: (Solak-Zade, 1989, s. 435-438) ve (Cezar, 1963, s. 58-59).

Kırım Harbi sırasında KONSTANTİNİYYE[1]

Lady Elizabeth Emelia Bithynia Maceroni Hornby

– Paşa’nın Haremini Ziyaret. Baş Harem Ağası. Haremin İçi. Hanımların Kıyafetleri. Güzel Çerkez. Kıyafetler. Haremde Misafirperverlik.

Hornby1863 2

Şekil 1. Haremde Kadınlar, Walker (Hornby, 1863, s. 244-)

Giriş

Lady Elizabeth Emelia Bithynia Maceroni Hornby (1826-1866) Britanya hükümetinin Osmanlı hükümetine verdiği borçların ödenebilmesi konusunda görevlendirilen eşi Sir Edmund Hornby ile birlikte İstanbul’a gitmişti(1863). Osmanlı başkenti ve civarında (Büyükada, Tarabya) kaldığı süre içindeki izlenimlerini annesi, kızkardeşi, eşi ve bir tanıdığına yazdığı mektuplarda anlatmıştır. Mektuplar alımlı bir şekilde ve birçok ayrıntıyla yazılmış olup, Hornby’nin kadınca düşünüş tarzını ve gözlem yetisini sergiler. Hornby mektuplarında Osmanlı başkentinde yaşam koşulları ve çeşitli milletler  hakkında yazar ve Osmanlı kadınlarının özel yaşamından sahneler betimler. Lady Hornby’nin mektupları kitap olarak ilk kez 1858 yılında In and around Stamboulbaşlığıyla az sayıda, daha sonra 1863 yılında birkaç renkli gravürle donanmış olarak yeniden yayınlandı. Bu taş baskı gravürlerin çizimlerini Lady Hornby’nin arkadaşı Britanyalı gezgin Mary Adelaide Walker yapmıştır.

Lady Hornby’nin anılarını, araştırma konum olan Osmanlı Evi için incelemekteyim. Osmanlı toprağını gezen seyyahların birkaç kadın dışında hareme girmeleri söz konusu olmamıştır. Lady Hornby bu kadın seyyahlardan biridir. Genelde harem, strüktür, yapı ve form bağlamında daha çok fiziki olarak ele aldığım Osmanlı Evi’nin dışına taşıyor olma riskini de göze alarak Lady Hornby’nin ziyaret ettiği bir haremle ilgili izlenimlerini buraya almayı uygun gördüm. Öncelikle yazı, 19. Yüzyılın ortalarında hatta Kırım Harbi’nin yorucu günlerinde bile Osmanlı hareminin zenginliğini ve bundan öte yaşamın mekanla ne denli bütünleştiğini başarılı bir şekilde vermekteydi. Yine kapsam dışına çıkmakla birlikte modernist bir kişi (Avusturyalı bir Slav) olduğu görülen ev sahibi paşanın hareminin mimarisindeki ve tefrişindeki eklektik tutum, haremdeki kadınların Osmanlı divanlarından kalkıp, Fransız biçeminde bir yemek masasına geçmeleri buna karşın bir noktadan sonra çatal-bıçağı bırakıp Türk usulü yemeğe devam etmeleri değişimin insan boyutunu da gözler önüne sermekteydi.  Yazıya ilgimi artıran diğer bir neden ise kitapla ilgili eleştiri yayınlayan bir yazarın, ev sahibi olması gereken paşa konusunda ciddi bir yanılgıya düşmüş olmasıydı. Açıkça Kırım Harbi ile ’93 Osmanlı-Rus Savaşı’nı karıştırmış ve tümüyle yanlış bir paşayı işaret etmişti  (Roberts, 2007).

– Paşa’nın Haremini Ziyaret. Baş Harem Ağası. Haremim İçi. Hanımların Kıyafetleri. Güzel Çerkez. Kıyafetler. Haremde Misafirperverlik.

Mysseri’[1]deki arkadaşlarımıza “Hoşça kalın” dedik, her birimiz arka tarafında komik bir şekilde el sıkışan vahşi İngiliz aslanları resmedilmiş tahtırevanlara bindik ve eskortumuz olarak, dikkat çeken “kahraman siluetli” Robolli Bey’e[2] kendimizi emanet ettik. Pera’nın dik yan sokaklarında aşağı doğru inişe geçtik. Güçlü Ermeni rehberimiz ve üç tahtırevan daha kalabalık caddelerden geçti, Yüzer Köprü[3]üzerinden, İstanbul’un daha sakin bölgelerine doğru koştular. Sessizce geçen örtülü kadınlar, sık kafesli pencereler ve yüksek duvarlar buradaki geniş cemaat hakkında bize fikir veriyordu. Bu kara peçeli kadınları arkalarında  çiçek pazarlarından aldıkları küçük sümbül, zerrin ve diğer çiçek sepetlerini taşıyan siyahi köleler izlemekteydi. Sonu gelmez dolaşma ve sapışlardan sonra, eski bir kaleyi süsleyen bir duvarla çevrili geniş bir avlunun yarı açık kapılarına vardık. Neredeyse kapının içinde, devin meydan okuyuşu, pirinç harflerle yazılmış bir borazan[4] görmeyi bekliyordum. Bununla birlikte, Robolli Bey, beklemeksizin atını sürdü, üç tahtırevan da onu izledi. Kaldırım tamir etmekte olan bazı Türkler  büyük merakla bize baktı. Onların –  Paşa’nın üç İngiliz köle satın aldığını düşündüklerini özgüvenle ileri sürebilirim.

Hasır kaplı geniş, yuvarlak bir salonda oturduk. Hemen –  Paşa’nın[5] hizmetlileri, kavaslar (bir çeşit uşak) ve nargile[6]cilerle çevriliydik. Bu beyefendiler, bir harem ağasının olabileceği kadar huysuz ve öfkeli baş haremağasının büyük merdivenden (iki inişli, la Fontainebleau tarzında),  aşağı inerken, kaçamak bakışlarla bizi süzerek olabildiğince eğlenmekteydiler. Teşrifatçıları haremin ziyaretçisi olduğumuzu söyleyerek,  sağa, sola dağıttı. Robolli Bey, ilk odaya kadar bizimle birlikte geldi, daha sonra – Paşa’nın dairelerine [selamlık] geçti ve bizi baş harem ağasından daha az korkunç ve aksi olmayan iki harem ağasının daha katıldığı bu gündüz fenerinin ellerine bıraktı. Bizi  gözünüz takılmadan geçemeyeceğiniz, içinde devasa porselenlerin bulunduğu vitrinli dolap  haricinde başka bir şeyin bulunmadığı, zengin, altın varakla kaplı ve her iki yanında parlak kırmızı[7] divanlar bulunan çok büyük odalardan geçirdiler.  Tavanların hepsi oldukça saldırgan, az çok zengin bir şekilde oymalarla süslenmiş ve boyanmıştı.  Çok sayıda dairenin girişinde hiç kapı yoktu, ama  parlak kırmızı nakışlı kumaş ve goblenden ağır perdeler asılıydı.

Sonunda liderimiz, Türk evlerinde manzarası açısından her zaman esas olan üçüncü ve son katta durdu. Parlak kırmızı duvar halısını kaldırdı ve anlamlı bir sırıtma ile bizi içeri girmeye davet etti. İstanbul’a daha yeni gelmiş bulunan Madame de Souci[8] ile Mrs. Brown oldukça gergindiler ve ilk benim girmem için yol verdiler. Türk kadının nasıl tatlı, yumuşak ve nazik olduklarını bildiğim için, sihirli perdeyi kaldırdım, İngiliz kadınları grubu olarak gerekenden daha da yüksek bir güven ve keyifle  içeri daldık. Karşımızdaki alanın öz sunumunu unutmak kolay olmayacak.  Devasa çiçek ve nar çelenkleri kabartmalı kubbe gibi bir yüksek tavanlı geniş bir dairenin ortasındaydık. Diğer tarafta muazzam bir merdiven vardı, tavandan tabana kadar inen bir pencere ile aydınlanıyordu ve korkulukların arasında kalan yarım ay şeklindeki alanda güzel beyaz mermer bir çeşme vardı. Tamamı yine altın rengi hasırla kaplıydı.  Her muazzam pencerenin altında, yanlarda üç basamakla yükseltilmiş zengin parlak kırmızı divanlar bulunuyordu. İstanbul sokaklarına bakan pencereler üzerlerinde yuvarlak dikizleme delikleri bulunan kafesle örtülüydü ama diğerlerinde panjur da bulunmuyordu. Güzel mavi Boğaz ve Marmara Denizi, üzerlerinde birçok görkemli gemi, hala orasında, burasında parıldayan karla kaplı uzaktaki dağlar ve daha yakınlarda ise karanlık serviler, Ayasofya ve diğer  camilerin minareler gibi güzellikler akıl almaz büyük resme yerleştirilmişti. Burada ise, açıkça rüyadaymışçasına, çevresinde bazıları merdivenlere, ayaklarının yanına ilişmiş, bazıları gülüşerek etrafında dolanan köleleriyle – Paşa’nın Kadın Efendi’si oturmaktaydı. Biz yaklaşınca doğruldu ve İngiliz usulüne uygun şekilde her birimize elini uzattı. Çok sayıda kölesi bizi seyretmek için etrafımızı sardı.  Sizi temin ederim ki kostümlerinin çeşitliliği ve parlaklığı tam anlamıyla göz kamaştırıcıydı.

Ama size önce büyük hanımın elbisesini anlatmalıyım. Uçuk mor renkte selma ya da geniş kollu entari ve şalvarın üzerine zengin işlemeli bir kuşak dolanmış, üzerlerine Bursa şifonundan bir buluz giymişti. Üzerinde çok pahalı samur ile kaplı muhteşem amber renkli bir kaşmir ceket vardı. Başına, çeşitli yerlerine gül kesimli iri pırlantalar tutturulmuş geniş örülü saçı ile sarmalanmış bir fes giymişti. Saç örgüsünün altına yerleştirilmiş, mor bir zambak çiçeği, alnını gölgelemekteydi. Küpeleri, küçük elmas damlacıkları arasında sallanan tek bir zümrüttü. Güzelliği artık inişe geçmiş olmalı ama hala kusursuz derecede düzgün özelliklere sahipti, cildi koyu ama duruydu, bir Roma İmparatoriçesine yakışacak kaşları ve üst dudağı ile hala çarpıcı derecede güzeldi. Gerçekten de aklımızdan geçen, onun bir “Roma İmparatoriçe”sine benzediğiydi.

Ayağa kalktı, onu takip etmemizi istediğini hissettirdi, harem ağaları bu muazzam daireyi çevreleyen çok sayıda kapıdan birinin perdesini işgüzarca kaldırdılar. Muazzam bir pencereye sahip olan büyüleyici bir odaya, bir Türk kadının özel odasına (boudoir) girdik , etrafındaki divanlar ve aynı büyüleyici manzara. Burada biz üç zavallı İngiliz kadın yan yana oturmuş, kendimizi sevdirebilmek amacıyla bilebildiğimiz “bono[9] ve “no bono” gibi iğrençleri de dahil bir düzine kadar sözcükle sohbet etmek için gergin ve endişeliydik. Ben İtalyanca denedim. Ayşe Hanım[10] -onu böyle isimlendireceğim- görkemli kafasını salladı; de Souci birkaç minnettar teşekkür cümlesi mırıldandı; Ayşe Hanım Fransızca teşekkür etti. Ciddiyetle “Oui[11] dedi ve bütün cariyeleri, siyahi harem ağaları da dahil sevinç ve gururla hanımlarının başarısından dolayı güldüler. Fransızca bilgisi şu anda Viyana Bakanı[?] olan – Paşa tarafından dikkate alınmış olmalıydı.[1]

İki kapının perdeleri sürekli olarak kaldırılıyor ve daha fazla kadın bize görebilmek için içeri giriyordu. Bazıları kıkırdayarak kaçıyor. Bazıları cesurca odaya giriyorlardı; hanımlarıyla bizim hakkımızda konuştukları açıktı. Bazıları odanın diğer ucunda bağdaş kurup oturdular, bize doya doya bakıyor ve fısıltıyla bizimle ilgili konuşuyorlardı. Bu arada biz de onlar hakkında konuşuyorduk. Ama şu anda görkemli bir şekilde giyinmiş siyahi bir cariye perdeleri kaldırdı ve arkasından – Paşa’nın ikinci karısı,[12] Sultan’ın hediyesi olan  genç güzel Çerkeş kadın ortaya çıktı. Çok uzun boyluydu ancak sahip olduğu güzelliği ve hareketlerindeki enfes zarafeti tanımlamak imkansızdı. Anında biz her üçümüz de onun cazibesine kapılmıştık, artık onların İngilizce bilmemesinden rahatsızlık duymuyor, “Ah güzel yaratık!” diye haykırmaktan büyük bir zevk duyuyorduk. “Hiç böyle bir vücut gördün mü?” “Başının ve boynunun şekline bak.” “Ne kadar güzel bir ağız! Sadece sesini dinle.” “Parlak saçları örülmüş! Örülmemiş halde topuklarına kadar uzanıyor olmalı!” Anında ona “Güzel Çerkeş” adını taktık. Bu hoş yaratığın, görkemli kumasıyla birliktelikleri mükemmel görünüyordu. Önce alışılagelmiş şekilde birbirlerini selamladılar ve sonra da bizi. Onu onurlandırmak için ayağa kalktığımızda, nazikçe eğildi ve “Hoş geldiniz” anlamında bir şeyler söyledi. Şimdi size elbisesini anlatmalıyım. Şalvarı ve ayaklarının çevresinde salınan ve arkasında uzanan entarisi çok parlak maviydi ve kenarları küçük beyaz nakışlıydı. Altın renkli bir kürkle kaplı kaşmir ceketi soluk leylaktı (çuha çiçeği gibi). Başına, saçaklarına yerleştirilmiş altından sapları üzerinde her harekette titreşen gerçek boyutlarında elmas menekşeler yerleştirilmiş, narin leylak şifon bir eşarp dolanmıştı. Doğal inci taneleri işlenmiş leylak terlikleri kıyafetini tamamlıyordu. Hayır, eşarbından kaçan ve arkasında salınan siyah saçlarının ışıltılı örgüsü ve beyaz parmaklarından birinde parıldayan müthiş büyüklükte ve güzellikte pırlanta yüzüğü unutmamalıyım. Bunun Sultan’ın hediye olması gerektiğine karar verdik. Bu Doğu’nun masalsı destanlarında geçen “odayı aydınlatan” taşlardan biri olmalıydı.

İki kuma konuşmaya başladılar, “nargile” sözcüğü sıkça işitiliyordu. Kolayca anlayabildiğimiz, bize ikram edilecek şeyin uygun olup olmayacağını tartıştıklarıydı. Madame de Souchi[13] ve Mrs. Brown denerlerse öleceklerini ifade ettiler (her ikisi de çok narindir). Ama başıbozukların reisinden aşağı kalmayan biri tarafından eğitilmiş bulunan benim, beş, altı nefesi çekinmeden ve keyifle çekebileceğimi belirttim. Ancak, denemeye kalkmadılar, çünkü denemenin anlamsız olacağı açıkça anlaşılmıştı. Kadın Efendi, ellerini çırpınca zengin giyimli cariyeler, çevirmeler [meyve jöleleri] ve kristal bardaklarda su getirdiler. İlk tepsinin üzerinde, her iki tarafında güzel gümüş sepetler olan içi çevirme dolu bir kristal kavanoz bulunmaktaydı.  [Gümüş sepetin] bir tanesi  metal kaşıklarla doluydu. Bir kaşık dolusu çevirme alır, kullandığınız kaşığı diğer taraftaki boş sepete koyarsınız. Sonra başka bir cariye size kesme kristalden bir bardak su sunar. Bundan sonra içeriye kahve ikram edenler girer. Bunlardan biri, muhteşem işlemeli ve saçaklı bir altın örtü serili yarım daire şeklinde bir tepsi taşımaktadır. Onu izleyen cariyeler kahveleri alıp konuklara sunarlar. Fincan zarfı bir yumurta kabı gibidir. Bunun içinde kahvenin konduğu en iyisinden porselenler vardır. Yaklaşık 2,5 cm aralıkla her biri bezelye büyüklüğünde elmaslarla çevrelenmiş yüksek ayarlı altından yapılmış fincan zarflarına hayran kaldık.

Çok koyu ve şık kahveler içildikten sonra, boş fincanlar diğer görevliler tarafından toplanıyordu. Kadın Efendi, tekrar bizimle konuşmak için girişiminde bulundu ama ona teşekkür ettikten ve oldukça iyi Türkçemle manzaranın ne kadar güzel olduğunu söyledikten sonra, durakladım. Rahatsızlık okunan tavırlarımız sıra dışı dokunaklıydı. İngiliz kadınlarını ve Kuzey’in çocuklarını düşünmeden edemiyorduk. “Ayşe Hanım” -onu böyle isimlendirmeliyim- Madame de Souci’nin “İngiliz” olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Gülüp başını salladı ama açıkçası ev sahibimiz, tatmin olmamıştı, hiç şüphesiz ki Vicomte’nin bir Fransız olduğunu duymuştu. Ne yazık ki biz ise ona nasıl anlatacağımız konusunda mutsuzca çelişkiler içindeydik. Sonunda onları olabildiğince sevgi dolu bir çift gibi göstererek iki parmağımı kaldırdım. Bunlardan biri, Madame de Souci  ve diğer parmağıma dokunarak tekrarlanmakta olan sözcüğü söyledim: “İngiliz”. Hepsi onaylayarak güldü. Daha büyük ve daha yönlendirici olan parmağı göstererek, derin bir saygı ve ciddiyetle “Adam, fes, Fransız.” ya da “Onun adamı, onun fesi bir Fransız” dedim. Eğer Türkçe “koca” sözcüğünü bilseydim işim daha kolay olacaktı.

Bu işaretlerin yapılması çok can sıkıcı ve üzücüydü. İstanbul’un güzel kadınları da açıkça öyle düşünüyorlardı, çünkü bize bir kez daha, onlar için de çok üzücü olduğunu söylediler. Ardından mırıltılarla küçük bir tartışma başladı. Cariyeler güldü, ellerini çırptılar ve ustaları iki-üçü odadan dışarı fırladılar. Biz ne olup bittiğini anlayamadık, kötüsü Madame de Souci çok tedirgin oldu. “Tanrıya yalvarırım, umarım bizi soymazlar.” dedi. yanakları kızardı, korkudan bukleleri titreşiyordu. “Bana belki de bunu yapabilecekleri söylenmişti.” “Yaparlarsa aldırma,” dedim ben gülerek. “Oda çok sıcak ve bize zarar gelmeyecek. Giysilerimizi aralarında paylaşmayacaklarına ve bu siyahi harem ağalarının odadan dışarı çıkarıldıklarına emin olmalıyız.” Tam da şanssız Madame de Souci korkular içinde olduğu anda ev sahibimiz, “çok güzel”-“çok güzel” diyerek, elbiselere bakmasına izin verilmesi için bir işaret yaptı. Güzel Çerkeş, Mrs. Brown’un kombinezonlarını incelemek için elbisesini sessizce kaldırdı. Zavallı  Madame de Souci kesinlikle korkunç anın geldiğine emin olmuştu. “Ama onlar çok güzel yaratıklar”, dedi ben, şakayla “Küçük periler”, dedim.

Böylece ağır perdeler bir kez daha kaldırıldı ve yeni ayrılan köleler, üç muhteşem nargile ve iki büyük şal taşıyarak içeri girdiler. Acaba dar Avrupa kıyafetlerimiz soyulduktan sonra hangimiz o şallarla sarılacaktı? Ama henüz şaşkınlığımız geçmeden, cariyeler şalları ev sahiplerinin üzerlerine attılar, onların kalın kıvrımları altınca artık yalnızca parlak gözleri ve burunlarının ucu gözükmekteydi.

Başını ve omuzlarını olağanüstü bir bakım ve kaygı ile saran yaşlı bir kadın (yeşil şalvar ve yelek giymiş  Liston’un[14] çirkin bir benzeri) tarafından dikkatimiz başka bir şeye yönlendirildi. “Açıkçası insan şeklinde bir şey geliyor,” dedi. “O – Paşa olabilir, üçüncü nargile belli ki sonuçta biri için”  “Sanırım eşlerinin önünde bizi satın almayı teklif etmeyecek.” “Yakışıklı mı, acaba? ” “Kocama saat dörtte evde olacağına söz verdim”, dedi Mrs. Brown oldukça tedirgin bir şekilde.

Bütün genç ve güzel cariyeler, minik fareler gibi sessiz ve hızlı bir şekilde perdelerden birinin arkasında ortadan kayboldu. Sadece yaşlı ve sıradan olanlar kaldı. İki büyük harem ağası girintideki beyaz çeşmenin yanında, sessiz ve dik muhafız gibi dikildiler. Bizlerden biri, “Hangi tehlikeli kişi geliyor?” dedi : “Korunmak için üzerimizde kaşmir olmadan, nasıl böyle erkek güzelliğinin yalazına dayanacağız?” “Yazık bana! Paris mi?, Adonis mi, Türklerin Butes’i[15] mi?”, dedi. Yine perde kaldırılıp başka bir siyahi köle tarafından tutulduğunda, nazik, beyaz bıyıklı yetmiş beşlik erkek arkadaşımız, biz kadınlara eşlik eden Robolli Bey arz-ı endam ettiğinde kendimizi gülmekten alı koyamadık. Hanımların kaşmirlerin altından uzattıkları ellerini öptükten, “Ah tehlikeli gavur, bizim iç huzurumuz için, dua da sarı ve yeşil[16]mendillerin altından dikizleme girişimi de çok uzun süre etkili olmaz!”, dedik. Yaşlı hanım, ucu görünen kırmızı burnu dışında başkaca beklenti yaratma riski eklememe konusunda kararlı gözüküyordu.

Ve şimdi animasyonlu bir konuşma başladı. Bir tercümanın varlığı gerçekten bir rahatlatıcıydı. Ve sevinçle ona sunulan mücevherli nargileyi aldı, kadınlar konser[17] ve harikulade zarafetle duman bulutlarını soluyorlardı. Kesinlikle çok çarpıcı bir sahne ki parlak ve çeşitli kıyafetler içinde ayakta ve oturan cariyeler ve harem ağaları bizim saygıdeğer Adonis’imizi güçlü ve muazzam kulaklarıyla dinliyor, çok sayıda gözün, perdenin arasından gülen gözlerle bizi dikizliyor olması sürekli rahatsızlık verici bir durumdu. Robolli Bey’in varlığının hareme kattığı heyecandan, anın tadını çıkarıyor gibiydi . Mücevherli fincanından kahveyi yudumladı ve onları çok nezaketle alan hanımlara nezaketin gerektiği birçok şey söyledi; onlar da bizim ne kadar hoş karşılandığımızı ve varlığımızın onlara ne kadar keyif verdiğini anlatması için ricada bulundular. Bu arada dudaklarına ve sonra alınlarına dokunuyorlardı. Elbette, kendimizi onların nezaketinden çok duygulandığımızı ifade ettik. Daha sonra şapkalarımızı çıkarmamız ve kendimizi evimizdeymişçesine rahat hissetmemiz konusunda uyardılar. Daha sonra İstanbul mu, Londra mı yoksa ve Paris mi? hangisini en çok sevdiğimizi sordular. Ben İstanbul’un en güzeli olduğunu söyledim ama Paris ve Londra’da daha çok özgürlük vardı ve sokaklar yürümek için daha iyiydi. Sonra cariyeler “O İstanbul’un en güzel olduğunu söylüyor!” diyerek dairenin içinde koşmaya başladılar. Bizim kaçar çocuğumuz olduğunu sordular. Edie, mavi gözleri ve sarı saçları ile çok güzel olmalı, niye onu [geride] bıraktın, dediler. Onlara, değişik iklim koşullarından korktuğum için onu anneme bıraktığımı, söyledim. “İngilizlerin olması gerektiği gibi anneler olmadığını düşünmenizi istemem.” Hepimiz bunu onayladık.

“Ayşe Hanım” daha sonra kendi kızını bize tanıtamayacağı için ne kadar üzüldüğünü söyledi. Görünüşe göre on altısında güzel bir kızmış. Sağlığı genellikle iyidir, ama onun depresyon ve sinir krizleri şimdi neredeyse delilik düzeyindeymiş. Bu ataklar yaklaşık üç gün sürüyor ve bu üzücü o ataklardan biriydi. “Çok yalnızdı”, diye açıkladı zavallı anne. Garip bir şekilde dolaşıp, hiç bulunmadığı yerlerden söz etmekteydi. Yanındaki yaşlı hemşiresi, görebildiği tek kişiydi. Annesinin güzel fakat mutsuz kızından bahsederken derinden acı çektiği görülüyordu. Robolli Bey, “İyi olduğunda çekici, zarafet ve hayat dolu”, dedi. Annesi, onun hakkında konuşurken bütün yüzünün ifadesi derin bir ıstıraba döndü. Annenin ayaklarının dibinde oturan cariyeler inlemeye ve göğüslerini dövmeye başladılar ve hatta harem ağaları derin bir hüzne kapıldılar. Sizi temin ederim ki onların sarı gözlerindeki yaşları gördüm.

Güzellik, nezaket ve iyilik gibi değerlerini dinledikten sonra zavallı genç kızın yalnızlığına ve tedavi edilemeyeceğine (en azından burada İstanbul’da) üzülmemek imkansızdı. Anne kederli umutsuzluğuna gömüldü, dudakları titriyor başka bir söz söyleyemiyordu. Değerli mantosuna sarınarak Bayan Siddons’un kıskanacağı kadar[18] asil bir acı içinde öyle kaldı. Bu Doğu kadınları zarafetle harikalar. Tabii ki, onun [acısını] hissettik, ona hayran kaldık ve Robolli Bey’e tatlı genç kızının ıstırabını duyduğumuz için ne kadar üzgün olduğumuzu söylemesi için rica ettik. Bize basit tarif edilemez bir zarafetle, vakurla teşekkür etti, bir kere daha önce hiç böyle bir acı yaşamamış olduğunuzu hissettiren bir zarafetle tekrarladı. Dedim ki, “Bu senin için çok büyük bir üzüntü, ama dünyada hala daha mutsuz olan başkaları da var. Birçoğu tüm çocuklarını kaybetmiş ve birçoğu nankör olanlara sahip. Şöyle cevap verdi: “Sık sık bunu düşünüyorum ve çok fazla kedere yol açtığım için kendimi suçluyorum. Çocuğum sağlıklı olduğu zaman iyi ve sevimli. Hala yanımda ve Allah’ım onun sağlığını ve zihnini tamamen düzeltsin.” Nargileden bir nefes çekti ve elini kalbinin üzerine koyarak, böyle bir acıda bunun rahatlatıcı olduğunu söyledi. Ona, zafer anında cesur oğlunu kaybeden zavallı Sir Edmund Lyons’un[19] hikayesini anlattık, bu savaşın kendisinden kat kat daha üzücü. O, “İngiltere ne denli acı çekti!”, dedi, cariyelerin bazıları ağladı (ya da öyleymiş gibi yaptılar).

Sonra çok melankolik hale gelen sohbeti değiştirdik ve onlarla Boğaz’daki yazlık sarayı konuştuk. Ümit ediyoruz taşındıklarında onları ziyaret edeceğiz. “Çok güzel,” dediler. “Orada asma bahçelerde akan su, kayalardan kayalara dökülerek, portakal ağaçları arasından geçiyor. Gölgeliklerde kuşlar hep şakırlar. Orada çeşmeler ve gül bahçeleri vardır; hoşunuza gidecektir.” Zengince resmi giyinmiş bir kölenin içeri girdiği sırada biz, onların küçük cennetini ziyaret etmenin bizim için büyük bir mutluluk vereceğini, söylemekteydik. “Ayşe Hanım’ın” kıyafetinin eteğini öptü, onu alnına dokundurdu ve sonra ayağa kalktı, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak bir mesaj verdi. “Ayşe Hanım” Robolli Bey’e açıklama yaptı. Rabolli Bey, “Gitmem gerektiğini söylemek zorunda olduğum için üzgünüm,” dedi. “Başka bir Türk kadın ziyarete geliyor ve Hanım beni kocasının rızasıyla kabul etse de Avrupalı ​​tavırlara alışık olmayan başka bir paşa buna itiraz edebilir ve arkadaşını riske sokmak  istemez. “Böylece Robolli Bey gitti ve güzel kadınların kaşmirleri, Madam Liston’un sarı–yeşil mendili ve ceylan yavruları gibi kaçışan genç cariyeler sürüsü de gitti. Daha önce hayatımda bu kadar çok kadını [bir arada görmedim]; sonu gelmiyordu.

Olağanüstü güzelliğe sahip, yaklaşık on iki yaşında küçük bir kız vardı, diğeri biraz daha büyük, hemen aynı güzellikte. Ben resim ya da yaşayan bugüne kadar böyle güzel bir küçük görmedim. Onlar da bize kızın, paşanın geçen yıl ölen bir o kadar güzel cariyesinden olduğunu anlattılar. Eşleri bu küçük huriyi sanki kendi çocuklarıymış gibi seviyorlardı ve ona olan hayranlığımızdan oldukça memnun görünüyordu. Zavallı çocuk! Kaderinin ne olduğunu merak ediyorum.

Ben onun küçük elini elimin içinde tutarken onların derin perçemli (insan “kirpik”in anlamını burada öğreniyor) koyu gözlerine bakıyordum. Rabolli Bey’in haremden sürülmesine neden olan güzel hanıma gelince: her ne kadar güzel olmasa da şimdiye kadar tutulduğum en çarpıcı insanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Türk kadınlarının neredeyse değişmez yumuşaklığından hiçbirine sahip olmasa da, yetenek ve inisiyatif, hiciv ve karar verme yetisi, konuşmasında otoriter fakat nazik, kusursuz beceriklilik ve Türk kadınlarını büyüleyici kılan zarafet. Delici bakışlara sahip ışıltılı ve çok büyük siyah gözler, kalın kaşlar, kuzguni tondaki saçlar, hemen II. Charles’ın daha genç yaşlardaki gururlu portresini düşündüm. Soluk yanaklı, büyük, koyu renkli bir köstebek resmi daha çarpıcı hale getirirdi,[20]bunlara bir de boynuna bağladığı dantel eşarp, van Dyke ekolünden gelen güzelliğin modasına uygun olarak uçları aşağı sarkmakta. Parmaklarının arasında yanan bir Havana purosu tutuyor ve bir Rochester havasıyla sigara içerken[21]  zengin danteline ve külüne hayran kaldık. Elbisesi ve şalvarı kehribar renginde ipek, yeleği maviydi, gümüş simle işlenmişti. ince beline külçe altın zincire takılı bir Türk saatinin rahatça sıkıştırıldığı çok-renkli kaşmir bir şal bağlamıştı. Saçları bana söyledikleri gibi eski Türk modasına göre kat kat kesilmiş, alına kadar iniyor; ayrıldığı yerde iki buçuk santim kadar, alt tarafında az daha uzun, kulaklarda daha uzun,- ki bu  ilgi çekiyor ve erkeksi bir görünüş sağlıyor. Başının etrafına, üzerine altı, yedi tane muhteşem pırlanta yıldız tutturulmuş zarifçe uçuk-mavi bir eşarp sarılmış. Ortada bulunan iki tanesinin arasına bir karış eninde, uzun bir muslin bağlanmış ve neredeyse topuklarına kadar uzanacak şekilde, başın arkasına atılmış. Parmağında kocaman bir yakut çakıyor ve ışıldıyor.

Bizim için o, hoş bir şekilde oturmuş – Paşa’nın hanımlarıyla, konuşurken çarpıcı bir “Doğu’nun resmi”ydi. O ve Kadın Efendi oturmuşlar, daha doğrusu divanin üzerinde kaykılmışlardı, Güzel Çerkez, üşümüş odanın ortasındaki muazzam mangalın yanında yarı ilişmiş, yarı diz çökmüş (üç ayaklı, içi odun kömürü dolu) üşümüş duruyordu. O hülyalara dalmış nargilesini tüttürürken, parmağında büyük elmasları parıldarken, zaman zaman başını kaldırıyor diğer ikisinin sohbetine katılıyor ya da daha en başında bizi cezbeden alçak, müzikal bir tonda gülüyordu. Ben hiçbir zaman bundan daha zarif ve güzel bir şey görmediğimi düşünüyordum.

Ziyaretimiz, cariyelerin ellerinde deflerle içeri girmesi ve salonun bizden uzak yanında yere çömelmesi ve bizi bir müzik ziyafeti ile eğlendirmeye başlamasıyla, 1001 Gece Masalları’na daha da benzer hale geldi. Ağlamak mı, gülmek mi bilemiyorum, hemen hemen hayal edemeyeceğiniz kadar korkunç bir gürültü. Bir cariye, kakofoniyi sert ve rahatsız eden bir sesle yönetmekteydi. Geri kalanlar ardı ardına ulumaya başladı, sözler ilerledikçe bağırtıları  daha da arttı. Güzel Çerkez, performanstan özel bir zevk alıyor, nargilesini canlandırmak için mangalda küçük bir köz arıyordu, unuttuklarını fark ettiği  güfteyi hatırlatarak onlara yol gösteriyordu. bizim için bu büyük eziyet ve acıdan saçlarımız diken diken olmuş, “böyle zulüm görmemiştik”.

Sonunda iki nedenle durmak zorunda kaldılar. Birinci neden, Mrs. Brown’ın gürültü, kömür ve nargile dumanlarının karışımı sonucu ölü renginde divana yıkılması, ikincisi neden ise iki mürebbiyesi ile çok narin bir bebeğin içeri girişiydi. Küçük pantolonu ve kürk ceketiyle bize çok tuhaf görünüyordu ve elmaslardan bir halkayla süslenmiş küçük bir fes giyiyordu. Bu genç beyefendi ziyaretçi hanımımıza aitti ve kollarını şirin bir şekilde ona doğru uzattı. Türk hanımlar ve cariyelerden utanmıyordu ama bizi açıkça “gavur” olarak nitelendirdi ve bize yaklaşmadı. Onu taşıyan mürebbiye güzel genç bir kadındı. Şalvar ve parlak yeşil yelek giymiş ve başına büyük bir elmasla tutturulmuş soluk sarı eşarp bağlamıştı. Diğeri, kenarlarında beyaz dar biye olan tamamen kırmızı ipek çarşafa bürünmüş, kıvırcık saçlı başına  kar beyazı bir eşarp örtmüştü. Bu iki “mürebbiye” kesinlikle Hyde Park’ta sansasyon yaratırlardı. Bebeğe adanmış görünüyorlardı.

Ancak şimdi imparatoriçeye benzeyen Kadın Efendi, yemek yememiz gerektiğine dair işaretler verdi, bu duyurudan hiç de üzüntü duymadık, Boğaz’ın temiz havası bize ünlü iştahımızı kazandırmıştı. Onu, kubbe benzeri boyalı tavanlı, yüce bir daireye doğru takip ettik. Güzel Çerkeş beni sevgiyle, elleriyle yönlendirdi ve – Paşa’nın sevimli küçük kızı Madame de Souci ve Mrs. Brown’u nazikçe yönetti. Usta cariyeler perdeleri kaldırmak için daha önce gitti ve onları arkalarından rengarenk bir grup izledi. Sahnenin gerçek olduğuna pek inanamıyorduk: “Bu Bin bir gece gibi!” diye bağırmaya devam ettik, geniş dairenin altın hasırından ışıltılı grupla birlikte yürüdük.

Yemek odasının girişinde zengin bir şekilde giyinmiş iki harem ağası duruyordu. İçeri giren her kadına bunlardan biri güzel bir gümüş leğen tutuyor, diğeri ise aynı zengin işlemeli malzemeden yapılmış bir ibrikten ellerine gül suyu döküyordu. İki genç cariye, gül suyunu parmaklarımızdan kurulamak için, uçları altın işlemeli, ince peşkirler sunuyordu. Yemek odası  en lüks daireydi, İstanbul’un caddelerine bakmak için sık kafesli ama parlak kırmızı divanları, zengin oyulmuş ve renklendirilmiş duvar ve tavanı ile neşeliydi. Bütün bunlar kafesi dayanılabilir yapmaya yaramıştı. Bu kafesi katlanılabilir kılmak için mümkün olan her şey yapılmıştı. Bana, – Paşa’nın haremi için, çok “moda” olduğu söylenmişti, gerçekten de uyumlu bir orta dekoru, dört güzel meyve ve çiçek vazo ile süslenmiş Avrupa yemek masası ile Fransız biçemindeydi.

Akşam yemeği servisi, nadir ve güzel porselenlerle oldu. Gümüş çatal bıçak son derece uyumluydu, peçeteler ince ince, Doğu tarzında zarif bir şekilde düzenlenmiş ve portakal ve limonlarla karıştırılmış çiçekler, üç-dört rütbede cariye çevremizde ayakta, bizim en ufak bir işaretimi beklemekteydiler. Kendimizi hala rüyalar ülkesindeymiş gibi hissediyorduk.

Her şeyden önce, her konuğun önüne bir memba suyu şişesi ve bardak yerleştirdiler. Sonra ince porselenden bir tabak içinde üzeri küçük tohumlar (keten tohumu ya da kuş yemi ololamaz) kaplı, oldukça taze ve sıcak simit olarak adlandırılan yassı halka şeklinde bir tür çavdar ekmeği ikram ettiler. Sonra çorba, ki harem için büyük bir yenilik, servis edildi, en mükemmelinden tavuk ve erişte ile. Sonra tavuk ve pirinçli bir tabak kahverengi[?] pilav geldi. Kadın Efendi’nin sağ yanında oturuyordum. Cariye yemeği tutarken, almam için en güzel parçaları göstererek rica etmekteydi. Güzel Çerkez  karşımda oturuyordu. Modern bıçakları ve çatalları gerçekten beğenip beğenmediklerini merak ediyordum. İlk birkaç dakika boyunca onları kullandılar, açıkça bizi taklit ederek kullandılar ancak güzel Çerkez, zahmetle çatal ve kaşıkla parçaladığı  bir tavuk parçasını kontrol etmeyi beceremeyince, işe yaramaz aletleri fırlattı. Parçayı başarılı bir şekilde yakaladı ve  parmaklarıyla  yedi. Sonra bana baktı ve güldü. Bana parmaklarımın arasına nasıl bir parça ekmek alacağımı göstererek, hepsi kendi yaptıkları gibi à la Turque hızla ve iştahla yememizi önerdi. Onları memnun etmek için, parmaklarımızla birkaç tavuk kemiği seçtik.

Söylediğim gibi üçümüz de güzel Çerkez’le büyülenmiştik -güzelliği, üstünlüğü, yüce tavrı ve nefis zarafetindeki sıcaklığını görmüş ve ona hayran kalmıştık. “müzik konseri”ndeki kakofonik performansı için bile onu affetmiştik, ama her yemeğin ardından parmaklarını son eklemine kadar yalayışı sonra da en sevdiği bağa kaşığı parlattığını görmek, inanılmaz büyüklükte tabak dolusu balla kaplanmış krep ve sonra kupa valesi[22] için bile çok bayıcı tartlar![23] Venüs’ün cezasız kalacağı daha çok şey vardı. Ziyafet bitmeden çok önce aklımız başımıza gelmişti. Bir yalağı bir seferde yiyebilen Liston Hanım dışında geri kalanı o kadar da kötü değildi ama biz ilk birkaç yemekten sonra kendimizi oldukça kötü hissetmeye başladık. Bazı kadınların hayvani tutkuları, en sevdikleri tatlılar ve jöleleri parmaklarıyla parçalara ayırıp, büyük dilimler halinde ağızlarına tıkmaları sonucu, artmaya başladı. Dalkavuk masadaydı; ana yemekleri şakalarla sunması hanımlar ve evlerindeymişçesine rahat, sahipleriyle -tam anlamıyla onlara tabi olmalarına rağmen- serbest ve samimi ilişki içinde olan cariyelerde kahkaha patlamalarına neden oluyordu. Dalkavuk, geniş mizah zenginliği,  vahşiliği ve yüzündeki maskara ifadesiyle en sıra dışı kadındı. Bunu şakaları anlayamamakla birlikte, Güzel Çerkez’in parmaklarını ve kaşığı yalamaları, bizim tabaklarımıza güzel lokmaları koymalarının aralarında  fütursuzca attığı kahkahalardan ve kapıda bekleyen siyahi köle ve harem ağalarının perdenin altından içeri dalışlarından ve neşeyi paylaşmak konusunda kendilerini kontrol edememelerinden kolayca çıkarabiliyorduk.

Kesinlikle bu eşi benzeri olmayan bir akşam yemeği partisiydi. Tabi ki sayısız yemek: tavuk ve pilav ile kebabı sevdik, geri kalanı çok tatlı ve çok yağlıydı. Sonunda ev sahibimizin masadan kalkması ve bize ellerimize gül suyu serpilişiyle çok memnun kaldık.

Sonra küçük odanın lüks divanlarına döndük. Yine köleler mücevherli fincanlara kahve verdiler. Güzel Çerkez’in keyifle nargilesinin marpucuna eğilmesi yine rüya gibi ve güzel görünüyordu. Yine mavi Boğaz’a, uzak dağlara ve İstanbul’un karanlık servilerine hayran kaldık. Yine Robolli Bey’i çağırdık ve yine güzel kadınlar kaşmirlerine sarıldılar. Siyahiler sessiz, uyanık ve dinliyorlardı. Biz “teşekkür” ve “hoşça kalın”larımızı tekrarladık, köleler perdeleri kaldırdılar.  Robolli Bey, peçeli ve kibar hanımların elleri öptü. Siyahlar bizi geniş merdivenden aşağıya doğru yönlendirdiler, etrafımızda iyice kalabalıklaştı ve “bahşiş” kelimesi mırıldandı.

Harem ziyaretimiz sona erdi. Robolli Bey “kahraman siluetini” oluşturdu, kafesli sokaklardan ve Tekneler Köprüsü üzerinden Pera’ya geri döndük.

(Hornby, 1863, s. 236-254)

Kaynakça

Hornby, E. L. (1863). Constantinople during the Crimean War. London: Richard Bentley.

Roberts, M. (2007). Intimate Outsiders / the Harem at Ottoman and Orientalist Art and Travel Literature. Duke University Press.

Saydam, A. (2007). Ömer Lutfi Paşa. In TDV İslâm Ansiklopedisi (Vol. 34). İstanbul: Türk Diyanet Vakfı.

[1] Özgün metinden: “Sanki bir rüya görmüş gibiydik. Türkler, özellikle kadınlarının her türlü resmini yasakladığından, bu yazıda – Paşa’nın ve hanımların gerçek adını kullanmadım”, diye yazar. Ömer Lütfü – Paşa bu tarihlerde Bağdat Valisi’ydi. Yazar bunu da bilinçli olarak değiştirmiştir. (Hornby 1863, s. 240)

[1] Pera’da bir otel.

[2] – Paşa’nın dostu.

[3] Özgün metinde “Bridge of Boats”. Eski Unkapanı köprüsü olmalı.

[4] Carnyx

[5] (Roberts, 2007, s. 123) sarayı gezilen Paşanın Rıza Paşa olduğunu ileri sürmektedir. Ziyaretin anlatıldığı mektubun yazılış tarihi olan 16 Mart 1856’da Serasker Mehmet Rıza Paşa (1844–1920) henüz öğrenciydi, Ali Rıza Paşa (1860–1932) ise henüz doğmamıştı. O tarihte Avusturya doğumlu Sırp Ömer Lütfi Paşa (1806, Avusturya – 1871, Eyüpsultan), Serdar-ı Ekrem’dir. Roberts, 93 Harbi (1872-1873) ile Kırım Harbi’ni (4 Ekim 1853-30 Mart 1856) karıştırmış olmalıdır. Ömer Lütfü Paşaya “sadrazamlar için kullanılan “serdâr-ı ekrem” unvanı verildi. (Saydam, 2007, s. 74-76)

https://books.google.co.uk/books?id=s3TI-EQ_EfIC&pg=PA64&lpg=PA64&dq=Madame+la+Vicomtesse+de+Fitte+de+Soucy&source=bl&ots=FTvQyf2lpl&sig=ACfU3U1r56Ejwzb9aAIthqvYEaIALRKI_w&hl=en&sa=X&ved=2ahUKEwiaiJPU5MzqAhXRURUIHbKWBwQQ6AEwAXoECAgQAQ#v=onepage&q=Madame%20la%20Vicomtesse%20de%20Fitte%20de%20Soucy&f=falseErişim: 15 Temmuz 2020.

[6] Özgün metinde chibouque: çubuk.

[7] Vermilion

[8] Madame la Vicomtesse de Fitte de Soucy: Duyun-u Umumiye’de görevli.

[9] Latince Buono: İyi.

[10] İda Hanım olmalıdır.

[11] Fransızca: Evet.

[12] – Paşa ikinci evliliğini Çerkez Hafız Mehmet – Paşa’nın kızı Adviye Hanım’la yapmıştır.

[13] Madame la Vicomtesse de Fitte de Soucy.

[14] İskoçyalı Cerrah Robert Liston, Batı Yakasının en hızlı bıçağı, 2 ½ dakikada anestezisiz bacak ampütasyonu gerçekleştirir. Cam yeşili önlük giyermiş. https://en.wikipedia.org/wiki/Robert_Liston

[15] Yunan mitolojik kahramanı.

[16] Kenarı sarı mendil: birkaç gündür rahatsızım, dışarı çıkamadım. Yeşil mendil: gönderdiğim mektubun cevabını bekliyorum.

[17] Özgün metinde concert; nargilenin fokurtusuna yollama.

[18] Sarah Siddons 19. Yüzyılın ünlü İngiliz trajedi aktristi.

[19] Oğlu Edmund Moubray Lyons (1819–1855). Kraliyet Donanması’nda yüzbaşıydı. Kırım Harbinde öldürüldü.

[20] II. Charles’ın metresi Mary Moll Davis’e yollama.

[21] Jane Eyre’den: Rochester’s “flaming and flashing” eyes (26. Bölüm).

[22] Knave of hearth: Alis Harikalar Diyarında’da tart çalan ve yargılanan kupa valesi karakteri.

[23] Özgün metinde luscious: Definition of luscious 1a: having a delicious taste or smell SWEET chocolate cake with a luscious whipped cream topping barchaic excessively sweet CLOYING 2: sexually attractive SEDUCTIVESEXYa luscious actress (Merriam-Webster).